KÖŞE YAZARI

24.09.2010 11:36

Mahmut CANTEKİN

 

                                           KÂHTALI MIÇE

 

Mustafa Aslan kimdir diye sorarsak, kendisini tanıyacak insanların sayısı çok azdır…Kâhtalı Mıçe diye sorarsak, milyonlarca insan kendisini tanır. Milyonlarca insan hayranı olarak şiirlerini, türkülerini dinler… Milyonlarca seveni ve sayanı vardır…

Mustafa Aslan’ı çocukluğumdan beri yürekten severim. 

Aynı topraklarda bu Dünya’ya gözümüzü açtık. Aynı sokaklarda büyüdük. Aynı okula siyah önlüklerimizle gittik…

Yokluk ve yoksulluğu iliklerimizde tattık… Tırnaklarımızla bu kokuşmuş çarkın içinde, aslanın ağzından ekmeğimizi kazanmaya çalıştık…

Feodalizmin gelenek ve görenekleriyle bizi kafesine aldığı bir ortamda, benliğimizi bulmaya, kul değil birey olma savaşına girdik…

12 Eylül faşizminin darbesini ikimiz de yedik… İşkence gördük. Hapishanelerde volta attık…

 Onurumuzla yattık… Yıpranmış bedenimizin üstünde, başımız dik dışarı çıktık…

Mustafa Aslan’ın suçu türkü söylemekti…

Benim suçum çok okumak ve düşüncelerimi dile getirmekti… Feodalizme ve faşizme tavır almaktı… Halk çocuğuyduk… Halkımızdan yana taraf olduk.Suçumuz ve günahımız doğduğumuz ülkenin güzel insanlarını sevmekti…

Mustafa Aslan memurluktan atıldı…Benim de üst üste takdir aldığım öğretmenlik mesleğim elimden alındı… Öğrencilerimin ve velilerimin gözyaşını ödül olarak yüreğimde saklarım… Afyon Tınaztepe’yi ve Sinanpaşa’yı unutmadım, unutamam…

 Eşlerimizin ve çocuklarımızın yokluk çekmesinden zevk aldılar… Ağızlarından salya akıtarak acılarımızı meze yaptılar…Acılarımızı unutmadan bu güne geldik… Sıkıyönetim kalkınca, keyfi olarak görevime son verenler hakkında dava açtım. Mahkeme zalimleri değil, beni haklı gördü. Görevime geri döndüm. Öğretmenlik yaptım… Halk Eğitimi müdürlüğü ve Milli Eğitim müdürlüğü yaptım.

Mustafa Aslan sanat hayatını sürdürdü. Bu günlere geldi…Meşhur oldum diye şımarmadı… O güzelim özünü yitirmedi… Doğduğu toprakları, dostlarını hiç unutmadı…Ben, bu tavrından dolayı Mustafa Aslan’ı severim…

 

Mustafa Aslan ile ilgili birkaç anımı sizlerle paylaşmak istiyorum…

Kâhta bizim çocukluğumuzda 5–6 bin nüfusu olan şirin bir ilçeydi.

Kâhta’nın etrafı bağlarla, bahçelerle çevriliydi. Eski çarşıda, demirci dükkânlarının arkasındaki arsada hayvan pazarı kurulurdu. Hayvan pazarının hemen bitişiğinde bahçeler vardı. Domates, biber, patlıcan, kabak, fasulye yetiştirilirdi. Bahçelerin bitiminde güzelim üzüm bağları başlardı. Bağların bir tarafı mezarlığa, diğer tarafı Ariket köyünün yoluna kadar giderdi. Her bağın etrafında badem ağaçları vardı. Bu badem ağaçları bağların sınırını belirlerdi. Bağlarımızın, bahçelerimizin yeri şimdi Karşıyaka Mahallesi olmuş.Bahçelerin kenarlarında dut ağaçları, kavaklar, söğüt ağaçları vardı. Bu ağaçların gölgeleri bahar, yaz aylarında bizim meskenimizdi. Çocuklar, gençler bu ağaçların altında oynar, dinlenir, yemek yerlerdi.Kubilay İlkokulu, Kâhta’daki tek ilkokuldu. Esnaf çocukları, tatillerde babalarının işyerlerinde çalışırlardı. Babalarına yardım ederlerdi… Fırsat buldukça bahçelere, diğer arkadaşlarının yanına kaçarlardı. Üç arkadaş domates, biber aldık. Hacı İbrahim’in fırınından aldığımız teneke tepsiye domatesleri bölüp yerleştirdik. Tuzunu attık. Aldığımız tele de biberleri geçirdik. Fırına verdik. Babamın demirciler çarşısındaki dükkânının gölgesinde oturduk. Sabırsızlıkla fırına verdiğimiz “ziyafetimizin” pişmesini bekledik.Acıkmıştık. Sabırsızlanıyorduk… İki üç kere pişmiş mi diye fırına gidip geldik. Son gidişimizde olumlu cevabı aldık.Birkaç sıcak pide alarak bahçelerin kenarındaki bir söğüt ağacının altına gittik. Soframızı kurduk. Kâhtalı Mıçe yandaki söğüt ağacının gölgesinde oturuyordu. Dalmıştı. Çağırdık. Nazlandı. Israr ettik. Geldi. Birlikte oturup yemeğimizi yedik. Yemekten sonra Mıçe’nin söylediği uzun havayı unutamadım. 40 yılı aşkın bir zamandır o türküler hala kulağımda çınlar… Dert görmeyesin Kâhtalı Mıçe.

Kasap Sami’nin büyük bir deposu vardı. Kâhtalı Mıçe’nin evlerinin bulunduğu sokağın tam karşısındaydı. Çocukluğumuzda orası sinemaydı. Sonra Sümerbank’a verildi.Gündüzdü… Yılmaz Güney’in bir filmi oynuyordu. Biz çocuklar Yılmaz Güney’in filmlerini çok severdik… Salonu doldurmuştuk. Filmin başlama saati daha gelmemişti. Kâhtalı Mıçı makinistin odasında gazel söylüyordu. Sesi dışarıda yankılanıyordu.Mıçe’nin babası Ebubekir Amca çiftçilik yapıyordu… Traktörü olmadığı için karasabanla çift sürüyordu… O gün de elinde mises, önünde öküzlerle çiftten eve dönüyordu. Öküzler sokağa döndü. Eve doğru yürüdü…Ebubekir Amca Mıçe’nin sesini duyunca sokağın başında durdu. Sokağa dönüp eve gideceğine, elinde misesle sinema salonuna girdi. Makinistin odasında olan Mıçe görülmüyordu. Mıçe’nin de babasının salona girdiğinden haberi yoktu. Türküsüne devam ediyordu. Salonun duvarında büyük bir müzik kabini vardı. Ses oradan geliyordu. Ebubekir Amca o tarafa yöneldi. Kabinin önüne kadar yürüdü. Durdu. Kabine bakıyordu. Bazı çocuklar bağırmaya başladı.

— Mıçe kabinin içinde…

— Mıçe kabinin içinde…

O temiz, saf, güzel insan Ebubekir Amca, elindeki misesle yavaş yavaş kabine vuruyor ve Mıçe’ye sesleniyordu:

— Mıçe mı çık oradan boğulursun!  Dere Mıçı dere te bı fetisi

— Nasıl girdin oraya, çık oğlum!    

Sinema salonundaki çocuklar gülmekten yerlere yatıyorlardı. Uğultu yükselmişti. Mıçe makinistin odasının penceresinden “ ne oluyor diye” aşağıya baktı. Eli misesli babasını görünce, sinemanın arka kapısından kaçtı. Ebubekir Amcaya Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.                                                        

Yıl 1976.

Edirne Süloğlu ilçesinde askerdim. İzinli olduğum bir gün Edirne’ye gittim.Çarşıda gezerken bir kasetçinin dükkânının önünde durdum. Kasetlere bakıyordum. Kâhtalı Mıçe’nin kaseti gözüme ilişti. İnanamadım. Gözlerimi ovaladım. Baktım; Kâhtalı Mıçı… Hemen dükkâna girdim. Kasetleri nereden aldığını sordum:

— Antep’ten, dedi.

— Ver, dedim. Kâhtalı Mıçe’nin kaç kaseti varsa hepsinden birer tane ver.

Kasetleri aldım. Dükkândan çıktım. Sevinçten uçuyordum. Edirne çarşısında kendi kendime söyleniyordum:

— Kâhta’dan Edirne’ye kasetin gelmiş Mıçe. Güzel hemşerim.

O günü hiç unutabilir miyim?

O günlerden bugünlere bileğinin hakkıyla geldi Mıçe.

12 Eylül çoğu Kâhtalı gibi bana ve Mıçe’ye de unutulmaz acılar çektirdi.

Adıyaman’da bulunan Pirin Palas denen işkence haneden, Adıyaman cezaevine götürüldüm…Sorgucuların marifetiyle ilgimin olmadığı bir davanın sanığı yapılmıştım. Davanın itirafçıları bile benimle ilgili bir şey söylememişlerdi. Ben de hiçbir suçlamayı kabul etmedim.Aylar sonra Adana’da dava görülmeye başlandı. Beni Adana’ya götürmediler… İlk mahkemede gıyabımda tahliye kararı verdiler…

Yıpranmış bedenimle Kâhta’ya döndüm…

Özlemiyle yandığım ilçemde iki ay kaldım… Müthiş bir yılgınlık vardı… İnsanların çoğu işkence görmüştü… Gözaltına alınanlar, tutuklananlar vardı. 

Zulme tanık olanlar çoğunluktaydı. Zulmün kara bulutları güzelim ülkemizin üstüne çökmüştü… Dün dost dediklerimiz selam vermeye çekiniyorlardı… Doğduğum topraklarda yalnızları yaşıyordum.Eski çarşının orta yerinde bulunan Hülyam lokantasına girdim. Bahçeye geçtim. 

Arka tarafta bulunan masaların birinde Mıçe tek başına oturuyordu. Masada rakı, kavun, peynir vardı. Mıçe beni görünce ayağa kalktı. Sarıldık. Ayakta biraz sohbet ettikten sonra masasına davet etti. Sandalyeleri çekip oturduk. O bana şiir okudu. Ben ona şiir okudum…

Türkü söylediği için ceza vermişlerdi. Birkaç gün sonra cezaevine girecekti.

Ülkem… Ülkem… Güzel ülkem…

Sen evlatlarına ne acılar çektirdin…

Düşünce suçlusu olarak zindanlara atarsın. Asarsın… Sürgün edersin. Sonra hiçbir şey olmamış gibi heykelini dikersin…

Nazım Hikmet yaşasaydı, ağız dolusu acı acı gülerdi…Gurbet ellerinde can yoldaşım, Mıçe’nin kasetleri oldu.

Onlarla ağladım.

Onlarla güldüm.

Onlarla uyudum.

Onlarla uyandım.

Mıçe’ye sevgimi bilen dostlarım, televizyon ekranında Kâhtalı Mıçe’yi görür görmez beni ararlar:

— Hemşerin filan Televizyon kanalında konuktur…

Mıçe’nin başarılarıyla övünürüm, gurur duyarım…Kâhta’da Mıçı gibi sanatçılar, yazarlar, şairler, ressamlar, bilim adamları ve sporcuların çıkmasını arzularım.Türkiye’ye ve Dünya’ya başarılarıyla Kâhta’nın adını duyurmalarını isterim.

Güzel gençler, umudumuz sizsiniz…

Sizin başarılarınızla gurur duymak istiyoruz…

Selam sana Kâhtalı Mıçe…

Güzel insanlar, hepinize kucak dolusu sevgiler…

 

Mahmut Cantekin KİMDİR?

01.01.1952 yılında Adıyaman ili Kâhta ilçesinde Dünya’ya geldi. İlk ve Orta Okulu Kâhta’da okudu. Besni Öğretmen Okulunda öğrenimine devam etti. Osmaniye Düziçi’nden mezun olarak öğretmenlik diplomasını aldı.  Afyon ili Sinanpaşa ilçesine bağlı Çatkuyu ve Yıldırım Kemal köyleri ile Tınaztepe kasabasında öğretmenlik yaptı.  Rotasyona tabii olduğundan Diyarbakır ili Lice ilçesine atandı. Burada Öğretmenlik, Halk Eğitim Müdürlüğü,  Milli Eğitim Müdürlüğü yaptı. Lice’de beş yıl görev yaptıktan sonra Mersin merkeze atandı.  26 yıl görevden sonra Mersin’de emekli oldu. Mersin’de yaşamaktadır. Bütün gününü şiir ve yazı çalışmaları ile geçirmektedir. Çeşitli şiir sitelerinde şiirleri yayınlanmaktadır.Şiir kitapları: 1. Düşlerimi Geri Ver 2. Sevgi Kardelendir 3. Yetim Sevda  4. Buram Buram Özlemsin Kâhta’m

 

 

               

 

 ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------